Anadolu’da Hoşgörü, Birlik ve Barışın Simgesi Hacı Bektaş-ı Veli Anlatıldı
Anadolu Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi (TÜDAM) yürütücülüğünde Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Türk Kültürü Açısından Hacı Bektaş-ı Veli Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin iş birliği ile “Hacı Bektaş-ı Veli’nin Türk Dünyasındaki Yeri” konulu bir panel düzenledi.Yöneticiliğini TÜDAM Müdürü Prof. Dr. Kemal Polat’ın yaptığı panel, 20 Mayıs Perşembe günü saat 14.00’te çevrim içi olarak gerçekleşti.
Prof. Dr. Kemal Polat, “Hacı Bektaş Veli insanlığı sevgi, barış ve hoşgörü ikliminde birlik olmaya çağırmıştır”
Polat, kısa bir giriş konuşması yaparak şu hususlara değindi: Bilindiği gibi 2021 yılı Hacı Bektaş Veli’nin vefatının 750’nci yılı olduğu için UNESCO tarafından anma yıl dönümleri kapsamına alınmış ve Cumhurbaşkanlığımız tarafından da “Hacı Bektaş Veli Yılı” ilan edilmiştir. Bu münasebetle ülkemizin pek çok şehrinde ve kurumunda etkinlikler düzenlenmektedir. Biz de Anadolu Üniversitesi olarak Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi (TÜDAM) yürütücülüğünde Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Türk Kültürü Açısından Hacı Bektaş-ı Veli Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi iş birliği ile “Hacı Bektaş-ı Veli’nin Türk Dünyasındaki Yeri” konulu bu paneli düzenledik. Amacımız düşünce ve öğretileriyle insanlığı sevgi, barış ve hoşgörü ikliminde birlik olmaya davet eden Hacı Bektaş Veli’yi anmak ve genç nesillere anlatmaktır”. Giriş konuşmasının ardından konuşmacılara söz verildi ve Panelistlerin her biri aşağıdaki konular ve hususları ele aldılar.
Prof. Dr. Ahmet Taşğın “Türk Dünyası’ndan Balkanlara Hacı Bektaş Veli’nin İzleri”
“Hacı Bektaş Veli, Türkistan, Horasan, Azerbaycan, Anadolu ve Balkan hattının birbiriyle bağlanması ve bu isimle adlandırılmasını sağlayan, bu şekilde anılmasının unutulmasına mani olan veya sürekli hatırda kalmasına katkı sunan arif, abid, zahid ve âlim Horasanlı ehlibeytten bir erendir.
Hacı Bektaş Veli, Horasan’da doğdu, eğitimini doğduğu yerde aldı, yine burada evlendi ve marifet yoluna burada başladı ve burada devam ettirdi. Horasan’da yaşadığı dönemde Türkistan’a gitti. Türkistan’ın Piri Hoca Ahmet Yesevi ile görüştü. Türkistan Pirinden mürşitlerin nişanı olan altı emanet verilmişti. Beraberinde Rum diyarındaki faaliyetinin izin ve icazetini de alıp geri Horasan’a döndü.
Hacı Bektaş Veli’nin Horasan’dan hareketle Türkistan’a varması, Türkistan’dan geri dönüp Azerbaycan’dan geçip Irak, Şam, Filistin ve Anadolu’ya varıp yerleşmesiyle marifetin merkezi ve son durağı haline gelmesini sağladı. Bunlara ek olarak halife ve öğrencilerini Balkanlara gönderdi.
Anadolu’da kaldığı süre boyunca Anadolu’da faaliyet yürüten erenlerin edep ve erkânlarını tazelemelerine yardım etti. Bununla beraber kendisiyle birlikte gelen ve hareket eden halifeleriyle daha geniş bir alana yayılma ve yerleşme imkânı buldu. Böylece Ahmet Yesevi ile başlayan süreç Selçuklu Devletinin başkenti Konya’da zaviyesi bulunan Hoca Fakih buluşmasıyla birçok kişiden oluşan şahıs kadrosuna ulaştı. Hacı Bektaş Veli, görüşme yaptığı şahıslar ve yerleşik oldukları coğrafyaya seyahat etti. Hem şahıslar hem de yerleşik oldukları bölgelere yönelik düzenli ve belirli bir program halinde hareket edip faaliyet yürüttü.
Hacı Bektaş Veli ile gelen toplulukların yol boyunca muhtelif mıntıkalara yerleşerek gelmeleri ve yerleştikleri bölgelerde faaliyete başlamaları, daha önce var olan yol veya tecrübeyi de takip ettiler. Bu bakımdan da Hacı Bektaş Veli, güzergâh boyunca farklı sosyal yapı ve meşguliyete sahip eren ve bu erenlere bağlı topluluklara uğradı. Bunlardan SeyyitBattal Gazi Zaviye ve Türbesini de her Kurban Bayramı’ndaziyaret etmişti. Seyyit Battal Gazi, Ahmet YeseviNesebnamesinde ismi sayılan erenlerden birisidir. Böylece Hacı Bektaş Veli, Türkistan, Horasan, Azerbaycan, Anadolu güzergâhında kendilerinden önce gelenlerin yolunu takip ettiği gibi kendi dönemine uygun güncelleyip yani yeniden cilalayarak kendi zamanına ait edep ve erkânı kurdu.
Hacı Bektaş Veli, Anadolu sahasındaki yerleşim ve faaliyetlerini belli bir aşamaya ulaştırdıktan sonra halife ve öğrencilerini Akdeniz, Trakya, Rumeli, Balkan, Karadeniz’e göndererek Türkistan ile bağlantısını kurmuştur. Böylece Horasan’dan hareketle Türkistan, Horasan, Azerbaycan, Anadolu ve Balkanlar hattını yeniden belirli, görülür hale getirmiş ve bu hat üzerinde icra edilen edep ve erkânı da güncellemiştir. Sonuç olarak Hacı Bektaş Veli, Türkistan ve Balkanlar arasında marifetin ulaştırılması, tazelenmesi, güncellenmesi, yayılması, hatırlatılması ve uygulanmasına sağlayan son erendir.”
Prof. Dr. Mehmet Saffet Sarıkaya, “Hacı Bektaş-ı Veli’yi Yetiştiren Dinî ve Kültürel Çevre”
“13. yüzyılda Moğolların istilalarına bağlı olarak Orta Asya’daki yurtlarını terk edip Horasan üzerinden Anadolu’ya gelenler arasında çok sayıda dervişlerin varlığı bilinmektedir. Bunların bir kısmı hac niyetiyle Hicaz bölgesine de giderler ve oradan Irak, üzerinden Anadolu’ya intikal ederler. Bu göç yollarını takip ettiğimizde Anadolu’da oluşan tasavvuf kültürünün Maveraunnehr, Horasan, Irak coğrafyasındaki sûfîhareketlerinden etkilendiği aşikârdır. Böylece Anadolu’da Maveraunnehr’den Yesevî, Haydârî, Kübrevî kökenli dervişlerin zühd, aşk ve muhabbeti, Horasan’dan Melamiliği, Irak’dan Sühreverdi, Rifaî ve Kadirî dervişlerin zühd ve fakrı ile mayalanıp yoğrulan bir tasavvuf kültürü hâkim olur.
Türkistanlı Hoca Ahmed Yesevî hakkında son yapılan araştırmalar ve bulunan metinler onun Yusuf Hemedânî’yenispetini şüpheli kılsa bile esasen münhasıran Türklere özgü bir sûfî geleneğin varlığını pekiştirmekte, dahası Hoca Ahmed’in 13. yüzyılın başlarında sağ olma ihtimali taşımaktadır. (Tosun 1998: 78-79) Bu durum onun Hacı Bektaş-ı Velî ile ilişkisini ve Bektaşiliğin dışında Anadolu’da yer alan kendilerini Hoca Ahmed Yesevî’ nesline nispet eden Baba Mansur, Haydar Baba, Hubyar Sultan, Şeyh Hasan Onar, Teslim Abdal gibi Alevi ocaklar arasında yer alan Yesevîgeleneğini (Yaman 2005: 150-156) daha anlaşılır ve kabul edilebilir hale getirmektedir. Hoca Ahmed’in neseben Hz. Ali’nin oğlu Muhammed ibnü’l-Hanefiyye’ye dayandırılması,(Hâzinî 1995: 32; Köprülü 1981: 61-63; Atalan 2007: 97-101)İbnü’l-Hanefiyye ve Ebû Müslim adına anlatılagelen ve derlenen menakıpları da anlamlı kılmaktadır. Bu bağlam, Anadolu tasavvuf kültüründeki Abbasîlik izlerinin bir boyutunu teşkil eder.
Aynı gelenekle ilişkili İbn Serrâc’ın müvelleh, Aşıkpaşazâde’nin Abdalân-ı Rûm olarak adlandırdığı gezgin dervişler ise pek çok yerde karşımıza çıkarlar. Sözlükte, aşırı sevgiden veya korkudan aklını yitiren, aşırı vecd halinde kendini kaybeden, cezbeli ve mecnûn olan anlamındaki müvelleh, terim olarak, cemâlullahı seyrederken benliğinden sıyrılan, aşk ve üzüntüden aklını yitirip mecnûn olan kişiye denir. Melâmeti tavırları sebebiyle velilik ve delilik arasındaki geçişleri yansıtan bir anlama sahip olan müvelleh halinin geniş bir coğrafyada Kalenderilik ve Rifâîlik gibi farklı tarikat zümreleri arasında bilindiği anlaşılmaktadır. (Öztürk 2011: 38, 224)
Benzer cezbeli halin temsilcileri arasında Irak kökenli Tâcü’l-Arifîn Ebu’l-Vefâ’ya (öl. 501/1107) intisabı kabul edilen Baba İshak ve Baba İlyas’ın Orta Anadolu’daki Türkmenlerle birlikte giriştiği mücadeleyi de burada zikretmeliyiz. Zira başta Dede Garkın ocağı olmak üzere Osmanlı’nın kuruluş yıllarında Geyikli Baba’nın temsil ettiği bu sûfî hareketin Rumeli’de belli bir taban bularak faaliyetlerini devam ettirdiği anlaşılmaktadır. Hareketin Hacı Bektaş ile ilişkisi ise kanaatime göre hâlâ tartışmalıdır, ancak her iki tarikatın da benzer sosyal zemine dayandığını ve aynı kültürel kodlara sahip olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Maveraunnehr coğrafyasından beslendiği anlaşılan ve Horasan geleneğinden Anadolu’ya intikal eden konumuzla ilgili diğer önemli bir zümre ise Ahilerdir. Ş. Sühreverdî’ylebirlikte Irak’tan gelen heyet arasında yer almakla birlikte Horasan kökenli Mecdüddîn İshakî (öl. 618/1221)-Evhadüddin Kirmanî (öl. 635/1238)-Ahi Evran (öl. 660/1261) aynı tasavvuf kültürünün farklı bir boyutunu yansıtır. Ahilik daha çok bir meslek teşkilatı olarak örgütlenmesine ve münhasıran bir tarikat yapılanmasına sahip olmamasına rağmen Irak’tan devşirdiği fütüvvet öğretisinin milli değerlerle mezc edilen uygulamasını içerir. Abbasi halifesi en-Nasır li-Dinillah’ın siyasi nüfuzunu genişletmek için kullandığı teşkilat, Anadolu’da Ahi Evran’ın şahsında Abbasi ailesi üzerinden bir Ehl-i Beyt taraftarlığı örneği sergiler. Zira Ahi Evran, menakıbında Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın oğullarından birisidir, Bedir savaşında gösterdiği yararlılıklar nedeniyle amcaoğlu Hz. Ali’ye damat olur ve ejderha derisini tabaklama becerisiyle, bizzat Rasülüllah tarafından beli kuşatılır. (Taeschner 1941: 68-71; Güzelbey 1984: 88; Ecer -Yıldırım 1988: 255-257) Anadolu’daki Alevi kültüründeki Abbasi izlerinin diğer bir boyutunu Ahilikteki bu kabuller oluşturur.
Kübrevî geleneği Anadolu’da temsil eden Mecdüddinİshaki’nin oğlu Sadeddin Konevî (öl. 673/1274) İbnü’l-Arabî’den (öl. 638/1240) güçlü bir eğitim alır, vahdet-i vücudanlayışını açıkça dile getirerek bu doktrinin en önemli temsilcilerinden birisi olur. Sadeddin’in Konya’da iken Mevlanâ Celaleddin Rûmî (öl. 672/1273) ile kurduğu iyi ilişkilerden bu sûfî anlayışın teorik boyutunun Konevîuygulama boyutunun da Mevlanâ tarafından temsil edildiğini söylemek mümkündür. Esasen İbnü’l-Arabî’ye nispet edilen bu öğreti daha sonraki dönemde Anadolu’da Osmanlı dini düşüncesi ve dini hayatında hem medrese çevrelerinde hem de tarikat çevrelerinde güçlü bir şekilde temsil edilir ve yaşatılır.
Öte yandan Necmüddin Kübrâ’ya (öl. 618/1221) nispet edilen Kübrevîlik, Anadolu’da Necmeddin Dâye (öl. 654/1256), Fahrüddin Irakî (öl. 688/1289) gibi sûfîlertarafından temsil edilir. Yine Kübrevîlik, Ebû Hafs ŞihabuddinSühreverdi’ye (öl. 632/1234) nispet edilen Sühreverdilik ile birlikte İbrahim Zahid Gilanî’nin (öl. 700/1301) şahsında toplanır ve Zahidiyye geleneği 14. yüzyıl Anadolu’sunda güçlü bir şekilde temsil edilir. Anadolu’daki Kızılbaş/Safevîgeleneğinin oluşumuna doğrudan katkı sağlayan bu yapının temsilcileri arasında Safiyyüddin Erdebîlî (öl. 735/1334), PîrÖmer Halvetî (öl. 800/1397) Somuncu Baba/HamidüddinAksarayî öl. (815/1412), Emir Sultan (öl. 833/1429?), Hacı Bayram Velî (öl. 833/1430) gibi önemli şahsiyetleri sayabiliriz.
Seyyid Tacuddîn er-Rifâî (öl. 744/1343-1344) ve oğlu Ahmed-i Kûçek er-Rifâî’nin (öl. 759/1358) faaliyetleriyle 13. yüzyılın son çeyreğinde Rifaîliğin başta istilacılar olmak üzere Anadolu’nun pek çok yerinde etkin olduğu anlaşılmaktadır (İbn es-Serrâc 2015: 339-353). Yine Sarı Saltuğun şeyhi Mahmud Hayrânî’nin tekkesindeki mezar kitabelerinden tekkede Rifaî tarikat geleneğinin sürdürüldüğü (Kozan 2012: 51) tahmin edilebilir. Konumuz açısından Rifaîlikle ilgili en ilginç bilgi ise Yunus’un
“Yûnus’a Tapdug u Saltug u Barak’tandur nasib
Çün gönülden cûş kıldı ben nice pinhân olam”(Yunus Emre 1972: 100)
ifadesiyle Taptuk, Sarı Saltuk ve Barak Baba’dan nasip alan Yunus Emre’nin de Rifaîlikle ilgili olduğu kabul edilebilir. Öte yandan Yunus menakıba göre, buğday için gittiği Hacı Bektaş dergâhında kendisine teklif edilen nefesi kabul etmediği için pişman olup geri döndüğünde Taptuk Emre’ye yönlendirilir (Duran-Gümüşoğlu 2010: 448-452). Kadirîlik ise Eşrefoğlu Rûmî’yle (öl. 874/1469?) birlikte Anadolu’da ikinci baharını yaşar. Eşrefoğlu Rûmî’nin Tarikatnâmesindeki Hz. Ali’yle ilgili anlatılar Anadolu tasavvuf kültürünün yukarıdan beri zikrettiğimiz tarikat zümrelerinin ortak bir zeminde bulunduklarının açık göstergesidir.”
Prof. Dr. Cenksu Üçer, “Hacı Bektaş-ı Veli’nin Şahsiyeti ve Kimliği”
“Öncelikle bir dini oluşum ya da dini anlam yüklenmiş semboller ya da sembol isimler ve kimlikler hakkında bir konu işlenirken mutlaka göz önünde bulundurulması gereken bazı hususlara işaret etmek yerinde olacaktır. Bunlardan ilk akla gelenler, insan, sosyal çevresi, mekan, zaman ve fikir-hâdise irtibatıdır. Bunlar aslında sadece dini oluşumlar ya da şahsiyetler ve kimlikler için değil; her alanda çevremizde olup-bitenleri anlamamıza ve sağlıklı bir şekilde anlamlandırmanıza vesile olacak temel unsurlardır.
Bu temel unsurlarla birlikte;
hususları da mutlaka göz önünde bulundurulması gereken son derece önemli konulardır.
Ayrıca,
gibi mümkün mertebe bütün bu unsurları aynı anda dikkate alarak bir konuyu ele almak şeklindeki Mezhepler Tarihine dair metodik bir yaklaşım sergilemek konunun farklı boyutlarıyla ele alınması için son derece önemlidir.
Hacı Bektaş Veli’nin şahsiyeti ve kimliği konusu, bahsedilen söz konusu bu metodik yaklaşımın ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyan bir çerçeveye sahiptir. Zira Hacı Bektaş Veli hakkında geçmişten günümüze gerek akademik dünyada (Fuad Köprülü’den Babinger’e/hatta bunların kendi kanaatlerinde bile bazı değişiklikler olduğu oldukça dikkat çekicidir, Melikoff’dan A. Yaşar Ocak’a), gerek düşünürler nezdinde gerekse gelenek mensupları (gerek Bektaşiler gerek diğer ocaklar) arasında birbirinden çok farklı kanaatlerin serdedildiği görülmektedir. Hacı Bektaş Veli hakkında en azından tarihi Hacı Bektaş Veli ve menkıbevi Hacı Bektaş Veli şeklindeki bir tasnif bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Asıl adı Bektaş olup Horasan’ın Nişabur şehri ile irtibatlandırılan Hacı Bektaş Veli’nin bu ismiyle muhtemelen 1270-71’deki ölümünden sonra şöhret bulduğu değerlendirilmektedir. 13. yüzyıl Selçuklu Anadolusu’ndaBabai hareketinin lideri Baba İlyas-ı Horasani’nin çevresine, 14. yüzyılda Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna, 16. yüzyılda ise kendi adını alacak olan Bektaşilik tarikatının teşekkülüne bağlı olarak ismi ön plan çıkan Hacı Bektaş-ı Veli’nin, devrinin kaynaklarında hemen hiçbir iz bırakmadığından hareketle yaşadığı dönemde yaygın bir şöhrete sahip olmadığı; söz konusu şöhretini zaman içerisinde özellikle Anadolu’nun siyasi-dini kültürel hayatına bağlı olarak kazandığı rahatlıkla söylenebilir. (A. Yaşar Ocak, “Hacı Bektaş Veli”, TDVİA, 14/455-458; Hamiye Duran, Velayetname 37-41).
Hacı Bektaş Veli hakkında farklı kanaatlerin 14. yy.danitibaren kaleme alınan Elvan Çelebi’nin (XIV. yüzyılın ünlü sûfîlerinden Âşık Paşa’nın oğlu ve dolayısıyla Vefai şeyhi Baba İlyas-ı Horasani’nin torunu) Menakıbü’l-kudsiyye, Ahmed Eflaki’nin Menaḳıbü’l-ʿarifin (ki bu eser Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin torunu Ulu Arif Çelebi’nin emriyle yazılmıştır.) ve Menakıb-ı Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli (ki bu eser 13. yüzyıldan itibaren yazılan Ahmed Yesevi, Lokman-ı Perende vb. şahsiyetler hakkındaki farklı menakıbnamelerdenizler taşımaktadır.), Lamii Çelebi’nin Nefehat Tercümesi’nde, Aşıkpaşazade’nin (ki Baba İlyas-ı Horasani’nin soyuna mensup bir sufi tarihçinin bu eseri XV. yüzyılın sonlarına aittir.) Tevarih-i Al-i Osman, Taşköprizade’nin (XVI. yüzyıl) eş-Şeḳaʾiḳu’n–nuʿmaniyye adlı eserlerinde de görülmesi oldukça dikkate değerdir (Ocak, “Hacı Bektaş”, 455). Burada da dini oluşumların yaşadıkları coğrafya ve zamanda ortaya koydukları rekabet ya da muhalefet gerçeği ile müntesiplikolgusunun mutlaka göz önünde bulundurulması gereklidir.
Burada Hacı Bektaş Veli hakkında kendisinin 13. Asır Ön Asya ve Anadolu’daki fiili durum göz önünde bulundurulduğunda nasıl bir rol üstlendiği hakkında Ehem Ruhi Fığlalı ve Rahmeti Hasan Onat Hocalarımızdan bir alıntıya yer vermek uygun olacaktır:
“…Türk tarihinde Onüçüncü asır, Selçuklu Devletinin, siyasi, ictimai ve iktisadi buhranların sonu gelmez tazyiki altında can çekiştiği, istikrarsız ve huzursuz bir devridir. Yine bu devirde vuku bulan Moğol istilası, mutasavvıfların yorumuyla, dizlerinin dermanı kesilmiş, gözlerinin feri sönmüş İslâm dünyasında Allah’ın yeni bir doğuş (halk-ı cedid) için insanların başına musallat ettiği bir kahır ve celal tecellisi olmuştur. Gerçekten bu isitila ile, Orta Asya, Irak-Suriye ve Anadolu üçgeni arasında yaşayan çok değişik inanç ve kültürlere mensup kütleler şaşkınlık ve kararsızlık içinde bunalmış; bir manevi ümid ve istinad noktasına bağlanmak zaruretine düşmüştür.
“İşte Hacı Bektaş Velî, bu çaresiz ve mustarip kütleleri engin sevgi, birlik ve kardeşlik anlayışıyla İslam tasavvufunun zengin ve munis şevk ve iman potasında mayalayıp ‘yeniden doğuş’u, ‘halk-ı cedid’i gerçekleştiren uluların, kahramanların ön saflarında yer alır. O, tıpkı Ahmed Yesevi gibi, Mevlana gibi, Yunus gibi, müslümanlığı bir sünger hassasiyeti ile emip bünyesinde erittikten sonra onu tasavvuf kalıbı içinde tekrar İslâm âlemine sunmuş olan ulu mutasavvıflar kafilesinin bir halkası olarak iktisadi krizler, siyasi, askeri, ictimaibuhranlarla temelleri sallanan cemiyeti ele almış, ondan taze, sağlam ve yepyeni bir terkip meydana getirmiş; ümidi ve dayanağı kaybolmuş Türkmenleri bir cihad ruhu ile yeniden ayağa kaldırmıştır…” (Hasan Onat, “Hacı Bektaş Veli’nin Tarihsel Kimliği, Düşünce ve Etkileri”, Uluslararası Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyumu (30-31 Ekim, 2009, Üsküp.)
Hacı Bektaş Veli, kendi şahsiyeti açısından Horasan ve Anadolu’da varlık gösteren Bektaşlu oymağı; Babailer isyanında isyana fiilen katılmayıp irşad hizmetine önem vermesi; psiko-sosyal çevresi itibariyle Yesevilik, Kalenderilik, Haydarilik, Vefailik ve sonucunda Bektaşilik gibi bir gerçekle karşılaşılması –bu noktada Hacı Bektaş’a bağlı olan ya da olmayan bütün ocak ve gruplarda halen devam eden Ahmed Yesevi vurgusu göz ardı edilmemelidir-; fiziki-sosyal çevreye bakıldığında özellikle göçebe, yarı göçebe ve daha da önemlisi Anadolu’ya göç edip yerleşme aşamasında bulunan boylar ve soylar gerçeği –ki aynen Ahmed Yesevi’de olduğu üzere Hacı Bektaş Veli’nin yerleşikler ve göçebeler üzerindeki etkilerinin birbirinden farklı olacağı aşikardır; kendisi ve müntesipleri açısından bakıldığında Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a, Mısır’a çok geniş bir coğrafyaya tesir eden etkisi -ki bu ‘farklı Bektaşilikler’ gerçeğini kaçınılmaz kılan bir durumdur.-; zaman açısından bakıldığında 13. asırdan 21. asırakadar uzanan çok geniş bir zaman dilimi -zaman değişimine bağlı algı ve olgu değişimleri son derece önemlidir.-; söz konusu geniş coğrafya ve uzun zaman diliminde ortaya çıkan siyasi, ictimai, iktisadi vb. etkenlere bağlı olarak Bektaşilik tarzlarında ortaya çıkan değişimler ve bütün bu anlatılanların etkisiyle farklı bölge, zaman ve mensubiyetler bağlamında kaleme alınan eserler -ki bu eserlerde müntesiplerin farklı geleneklere bağlı olması gerçeğiyle sünni ve gayr-i sünni pek çok farklı yaklaşımların varlığı söz konusudur-, bu eserlerde yine kavram ve sembollerin söz konusu etkenler ve gelişmelere göre anlamlandırılması -söz gelimi 16. yüzyıl öncesi eserlerde Çâr-ı Yâr-ı Güzîn/Seçkin Dört Dost ifadesiyle ilk dört halifeye yapılan vurgunun 16. ve 17. yüzyıl eserlerinde bir değişime uğraması-, Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen eserlerin -hatta Makalat dahil- ona aidiyeti tartışılsa da gelenek mensuplarının bu eserleri ona atıfla kabul edip nesilden nesile aktarmaları –ki bu eserlerin bazılarının Hacı Bektaş Evlatlarının Emanet Sandukasında muhafaza ediliyor olması- hususları, Hacı Bektaş Veli’nin şahsiyeti ve ona yüklenen kimlikler açısından mutlaka beraberce değerlendirilmeye alınması gereken hususlardır.”
Prof. Dr. Ömer Faruk Teber, “Bektaşîlik’teErkânnâmeler”
“Bektâşî Erkânnâmeleri, Bektâşiliği benimsemiş, ikrârvererek intisâb etmiş tüm tarikat mensupları için bir sosyal disiplin kuralları olarak kabul edilmiştir. Bu Erkannameler, Bektâşî Tarikatının düzenini sağlayan kurallar ve mensuplarının yaşam biçimini belirleyen uygulamaların yazılı formlarıdır. Bu açıdan bakıldığında, onların Bektaşi öğretisinin ve tarih boyunca devam edegelen geleneğin genel çerçevesini oluşturan bir tür inanç ve ibadet ilmihali niteliği taşıdığı söylenebilir.
Bektaşi Erkânnâmelerinde İslam’ın bir çatı kavram olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu ise İslâm’ın sadece bir din olarak kabulünü ifade etmekle kalmamakta, aynca bu dinin temel inanç esaslarının ana hatlarıyla öğrenilmesi ve uygulanmasının gerekliliğini de ortaya koymaktadır. Bektaşi Erkânnâmeleri, Hacı Bektaş-ı Veli’nin kendisinden sonra kayda geçirilen ve öğretisinin inanç dokusu ve pratik tezahürlerini sonraki nesillere aktaran oldukça önemli yazılı metinlerdir. Bu eserler bize Bektâşiliğin mahiyetini, tarihini ve hiyerarşik yapısı ile İslâmî anlayışını en doğru şekilde bildirirler.”
Panel, Prof.Dr. Kemal POLAT’ın ortak düzenledikleri panel münasebetiyle paydaşlara, panelistlere ve tüm katılımcılara teşekkürü ile sona erdi. Panel konuşmalarının tamamı, Anadolu Üniversitesi YouToube kanalından izlenebilecek.