Nabi Avcı: ‘Sezai Karakoç Bir Akıma Hapsedilecek Bir Şair Değil’
Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi tarafından her yıl düzenlenen “İstanbul Edebiyat Festivali”nin 13.’sü Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Sultanbeyli Belediyesinin destekleriyle 20 Aralık saat:14.00’te Atatürk Kültür Merkezi’nde açılış programı ile başladı. Bu sene festival, Türk Edebiyatının önemli isimleri arasında yer alan Şair ve Yazar Sezai Karakoç anısına gerçekleştirildi. Programın açılış konferansı AK Parti Eskişehir Milletvekili ve Eski Milli Eğitim ve Kültür ve Turizm Bakanı Prof. Dr. Nabi Avcı tarafından yapıldı. Avcı’nın programda hatırat ve anlam yüklü bir konuşma yaptı:
“Sezai Karakoç vefat ettikten sonra biz ne kaybettik? Bu konuşma programı belli olduktan sonra kafamda dönen ana tema bu oldu. Dinleyiciler arasında akranlarım var, bir de gençler var. Gençlerin bu toplantılardan beklentilerini, 5 gün sürecek sunumlarda, Sezai Karakoç’un ne anlama geldiğini anlatacaklardır. Ben kendi hüznümüzden ve kaybettiklerimizden bahsetmek istiyorum. Geriye dönüp baktığımda Sezai Karakoç’u ilk tanıyışımın 50 küsür yıl öncesine dayandığını görüyorum. Bir lise öğrencisi olarak, rahmetli Cevat Ülger hocamızla, Diriliş dergisi ve daha sonra Babıalî’deSabah gazetesinde “Sütun” başlığı ile yazdığı fıkralar ile başlayan bir tanıma… Özellikle benim kuşağımın, akranlarımın bu aradan geçen süreyi, Sezai Karakoç ile kapanan bir dönemi, Türk entellektüel tarihinde, Türk şiirinde kapanan bir sayfayı geriye doğru sizlerle hatırlamak istiyorum” dedi.
“Bugün artık gençlerin tahayyül edemeyeceği kadar uzakta kalmış gibi görünüyor… Bugün de dergiler var, ama o dergiler değil”
“Henüz televizyonun, kitle iletişim araçlarının olmadığı bir dönemde şiir ne demekti, düşünce ne demekti, gazete, dergi ne demekti, o günden bugüne bunlar çok değişti. Bir kısmı zaman-dışı hale geldi. Oysa hepimiz biliyoruz ki, yazarlar, şairler, bütün sanatçılar aynı zamanda içinde yaşadıkları çağın ve dolayısıyla içinde yaşadıkları ortamın da eseridirler. Hem bu ortamı oluştururlar, hem de o ortamdan beslenirler. Bunu en güzel anlatan metinlerden biri de… Genç arkadaşlarıma da seslenmek istiyorum… Geçmiş dönemlerin yitip gitmesiyle ilgili duygulanımları, kendi yaşadıklarımıza tercüme etmek için en çok işimize yarayabilecek bir kitabı da gençlere tavsiye etmek istiyorum. O da Stefan Zweig’ın “Dünün dünyası” adlı kitabı… Stefan Zweig, iki büyük savaş arasında, Viyana entellektüel ve sanat muhitlerinden yola çıkarak dünyanın nasıl değiştiğini, nasıl bir dünyanın kaybedildiğini çok dokunaklı bir şekilde anlatır. Ben de doğrusu bu konuşmayı kafamda çevirirken, sık sık, Zweig’ın o döneme dair anlattıklarının bizlere de çok şey söylediğini hissettim. Bizim yetişme çağlarımızda, Sezai Karakoç’un ve başka şairlerin, yazarların, kültür adamlarının eserlerini verdikleri dönem, bugün artık gençlerin tahayyül edemeyeceği kadar uzakta kalmış gibi görünüyor. Bugün evet dergiler var, ama o dergiler değil… Sunum yapacak arkadaşlar, Sezai Karakoç’u bu vesileyle de değerlendireceklerdir. Diriliş dergisinin ne olduğunu, nasıl bir iş yaptığını ayrıca birilerinin anlatmasında fayda var.”
“Küllük yok, Baylan Pastanesi yok, Girgin Pastanesi yok, Marmara hiç yok..”
“O dönem gerçekten dergilerin, bugün tahayyül etmekte zorlanacağımız ateş ve fikir üretim merkezleri olduğunu şimdi biz hatırlıyoruz. Artık öyle dergiler yok. Bu zamanın ruhu ile o zamanın ruhu burada ayrılıyor. O kahvehaneler de yok. Küllük yok, Baylan Pastanesi yok, Girgin Pastanesi yok, Marmara hiç yok… Dolayısıyla o mekanlar yok. Oysa hepimiz biliyoruz ki, mekanla düşünce arasında, farkında olsak da olmasak da, çok ciddi bir iletişim ve etkileşim var.”
“Ağbi bırak ya, Sartre öldü, artık kahveler de yok”
“Burada bir arkadaşım bir espri ile bu kaybedilenlerin nelere işaret ettiğini çok güzel anlatmıştı. Felsefeci bir arkadaş, çok sigara içen bir arkadaştı. Bir gün karşılaştığımızda baktım sigara içmiyor. “Sigarayı bıraktın mı”, “Evet bıraktım” dedi… Sigara, tütün onunla o kadar özdeşleşmiş ki, “Nasıl bıraktın” dedim. “Ağbi bırak ya, Sartre öldü, artık kahveler de yok” dedi. Bu rastgele bir espri gibi görünse de, dönemin ruhuna çok güzel işaret ediyor. Öyle bir dönem yaşandı. O dönem yaşananlar üzerine edebiyat tarihçileri bazı sınıflandırmalar da yaptılar. İçinde Sezai Karakoç’un olduğu bazı tasnifler de yaptılar.”
“Sezai Karakoç bir akıma hapsedilecek bir şair değil”
Sezai Karakoç’a İstanbul Üniversitesi’nde fahri doktora unvanı verildiği törenden dolayı bir televizyon kanalı bu konuda benden de bir görüş istemişti. Orada da söylemiştim: Sezai Karakoç herhangi bir “şiir akımı”na hapsedilecek bir şair değil. Hele “ikinci yeni” gibi bir akıma… Böyle söylerken, böyle akımların olmadığını, bunların, “ ilişki kümeleri” olduğunu; ama edebiyat tarihçilerinin iddia ettiği gibi birbirini besleyen insanların oluşturduğu ortak bir şiir anlayışının, ortak bir şiir duyarlılığının olduğu bir akımın zaten şiirin kendisine ters olduğunu söylemek istiyorum. Şiir çok tekil, çok bireysel olmak zorunda… Akım ise düzleştirici, çok benzeştirici, birbirine indirgeyici bir tabir. Böyle bir akım zaten, “İkinci Yeni” altında toplanan şairleri de ele aldığınızda, nasıl ayrıklaştıklarını, nasıl her birinin kendi ayrı dünyası olduğunu, bir akımın ortak paydasında onları toplamanın ne kadar zor, beyhude olduğunu görürüz. O nedenle, bu bana çok doğru gelmiyor. Edebiyat tarihi araştırmacıları öyle zannediyorum ki, sonraki panellerde eleştirel şekilde yaklaşacaktır bu söylediklerime. Ben de zaten bunlar konuşulsun diye söylüyorum.”
“Ateşi diri tutmak için gereken pek çok şey de o küllerde tütmekte…”
“Sultanbeyli Belediye Başkanımız Hüseyin Bey konuşmasında çok güzel bir ifade kullandı. “Asıl yapmamız gereken külleri kutsallaştırmak değil, ateşi diri tutmaktır” dedi. Tam da söylemeye çalıştığım, yani o küllere bakarken, bir yandan da o küllere de iyi bakmak gerektiğini, ateşi diri tutmak için gereken pek çok şeyin de o küllerde tütmekte olduğunu hatırlatmak istiyorum. Nitekim Sezai Bey’in de Üç Kaside çevirisinde ve diğerlerinde söz ettiği gibi… Kaside geleneğinde bir bölüm vardır. İlk başlangıç bölümü, biliyorsunuz, sevgilinin kafilesinin bir ara konakladığı ve sonra gittiği yeri anlatır. Bir ara sevgilinin kafilesinin konakladığı yerde yakılan ateşin külleri üzerine çok güzel beyitler vardır. Dolayısıyla o külleri unutmamak gerekir. Dengeyi iyi tutmak gerekir diye düşünüyorum…”
“Dergiler geçmişte o dayanışmaların en güzel ortamlarını oluştururlardı”
“Dergiciliğini ayrıca önemsememin bir sebebi de… Şiir ve sanat söz konusu olduğunda, çok farklı kimlikleri bir araya toplayacak akımlardan söz etmek mümkün değildir, ama genel anlamda, siyaset söz konusu olduğunda elbette akımlar, birliktelikler, birbiriyle izah edilebilecek ilişkiler de pekala tek tek sanatçıları, düşünürleri, yazarları anlamakta, anlamlandırmakta işimize yarar. Yani sanattaki “biriciklik” burada çalışmaz, orada “birliktelik” vardır, “işbirliği” vardır. Ve dergiler geçmişte o dayanışmaların en güzel ortamlarını oluştururlardı.”
“Belki de Sezai Karakoç’un şiiri yeniden gerçek değeri ile genç kuşaklar tarafından keşfedilecek”
“Sezai Karakoç’un şiirini, bizler geçmişle irtibatlı olarak okumaya devam edeceğiz. ‘Biz’ derken kendimi ve akranlarımı kast ediyorum. Bizim için Sezai Karakoç’un şiiri o hatıralarla, bir derinlik, bir anlam kazanıyor. Ama gençler ve gelecek kuşaklar için, bir süre sonra, Sezai Karakoç’un şiiri, bütün bu hatıraların “bagaj”ından kurtulmuş olarak, saf şiir olarak sevilmeye, okunmaya, anlaşılmaya başlayacak. Yani, belki de Sezai Karakoç’un şiiri, yeniden gerçek değeri ile genç kuşaklar tarafından keşfedilecek.”
“Ben kandan elbise giydim, bütün İstanbul şahidim… Senin bundan haberin var mı?”
“Biz, evet, Sezai Karakoç ile şu veya bu şekilde yolları kesişen insanlar, kuşaklar, o şiirlerde o yaşanmışlıkların izlerini, bazen de çok da olumlu olmayan, şiirin aleyhinde işleyen bir şekilde yaşıyoruz; ondan kurtulamayız. Bizim kuşağın Sezai Karakoç şiirini saf şekilde okuma şansımız yok. Sizin, gençlerin ve bundan sonra Sezai Karakoç’u okuyacakların, o bagajdan kurtulmuş olarak okuma şansları olacak. Bunun çok yanlış anlamalara müsait olduğunu bilerek, ne demek istediğimi bir örnekle anlatmaya çalışayım:
‘Bütün İstanbul şahidim / Ben kandan elbiseler giydim / Senin bundan haberin var mı?’
Bu şiiri hatırlıyorsunuz. Gençler, bu şiiri tüm saflığı ile sevme şansına sahipler. Ama biz o şiirin arkasında yatan yaşanmışlıkları o şiirle hatırladığımızda o şiir gölgeleniyor bizde… Sizin kadar saf algılayamıyoruz. Ne demek istediğimi somutlaştırmak için bunu söylemem lazım…
‘Ben kandan elbiseler giydim, bütün İstanbul şahidim… Senin bundan haberin var mı?’ … 6 Ocak 1959’da Sirkeci’de büyük bir patlama oluyor. Bir maden firmasının deposundaki dinamitler… O da ayrıca çok trajik bir hikaye. O maden sahibinin yaşadıkları, o dinamit sandıklarını niye patlattığı filan… Çok sayıda insan ölüyor. Bir rivayete göre elli kişi… O dönem bütün gazeteler yazıyor. O patlama sırasında Sezai Bey de Sirkeci’de bir kahvede oturuyor. Onun da üzerine etrafta yaralananlardan kan sıçrıyor, belki kendisi de yaralanıyor…
‘Ben kandan elbiseler giydim, bütün İstanbul şahidim… Senin bundan haberin var mı?’
Şimdi şiiri böyle bir aktüalite malûmatı ile ve bunun üzerine kurulmuş bir şiir olarak okuduğunuzda o saf hali gölgeleniyor. Ama bazı şiirler de vardır ki, orada da yaşanmışlıklara dair bilgimiz, o şiiri daha derinden algılamanızı sağlıyorlar.”
“Belki daha doğru, ama daha güzel değil…”
“Dolayısıyla, bizim okuduğumuz Sezai Karakoç ile şimdi okuyan ve gelecekte okuyacak gençler arasında 50 senelik bir hikaye var. Şimdi bunu bir başka örnekle açıklayalım. Sanat eserlerini, sanatçının ne kadar kendi kişiliği ile, kendi biyografisi ile açıklayabiliriz, açıklamalı mıyız? Şair ile şiiri arasında birbiriyle böyle dolaysız nedensellik bağı olan ilişkiler olabilir mi? Ben olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ama olmaması gerektiğini düşünmek olmadığı anlamına gelmiyor. Her zaman, biraz önce verdiğim örnekte olduğu gibi, şairle şiiri arasında ister istemez, o şairin biyografisini bildiğinizde belki daha doğru, ama daha güzel değil, anlamanıza yol açacak bir anlam dünyasına giriyorsunuz.”
“Sezai Karakoç’un şiirini, sadece Mona Rosa şiiri ve sonrasında abartılmış olan bir sürü abuk sabuk hikayeyeindirmek ona haksızlıktır”
“Bütün bu sözleri biraz da, Sezai Karakoç’un özellikle vefatı sonrasında çok fazla gündeme getirilen ve sanki Sezai Karakoç’un şiiri orada başlayıp, orada bitiyormuş gibi köpürtülen Mona Rosa hikayesine getirmek istiyorum.MonaRosa, evet, Sezai Bey’in de en sonunda, ama en sonunda kitaplaşmasına razı olduğu gençlik şiirlerinden biri… Güzel bir şiir mi, evet güzel bir şiir. Ama Sezai Karakoç’un şiirini, sadece Mona Rosa şiiri ve sonrasında abartılmış olan bir sürü abuk sabuk hikayeye indirmek, onun üzerinden Sezai Karakoç’u anlamlandırmaya kalkışmak Sezai Karakoç’a haksızlıktır.
Bu sözleri sonrasında alkışlanan Nabi Avcı, “Bu sözlerin özellikle gençlerin olduğu bir topluluk tarafından onaylanmasına da çok sevindim” dedi.
“Sizlere Türkçe’nin ne işe yaradığını söyleyeyim…”
Nabi Avcı sözlerine şöyle devam etti: “Ben Türkçe’yiöğrenmiş yabancılarla karşılaştığımda onlara ilk sorduğum soru şu oluyor: ‘Türkçe’yi ilk duyduğunuzda sizde nasıl bir duygu uyandırdı?’ Bu konuyla ilgili aldığım en güzel cevap, bizde de bir iki kitabı çevrildi, Victoria Holbrook’a bu soruyu sorduğumda dedi ki, ‘İlk defa Türkçe’yi duyduğum zaman başımı babamın göğsüne yaslamış gibi oldum’… İkinci olarak da Türkçe öğrenmeye niyet etmiş, Türkçe öğrenmeye başlamış gençlerle konuşurken, onlara hep şunu söyledim: ‘Sizlere ‘Türkçe ne işine yarayacak, neden Türkçe öğreniyorsun ki?’ diyenler olabilir. Ben size Türkçe’nin ne işe yaradığını söyleyeyim. Türkçe öğrenmekle, dünyanın en güzel şiirlerini okuma şansına kavuşacaksınız.'”
“Şanslı olduğunuz alanlardan biri de…”
“Her dil güzeldir, her dil Allah’ın ayetlerindendir. Kimse dilini sevmekten ötürü kınanamaz. Boşnakça da dünyanın en güzel dillerinden biridir. Ama biz Türkler, Türkçe’yi, şiirlerle, Sezai Karakoç’un şiirleri ile daha çok sevmişizdir. Şanslı olduğunuz alanlardan biri de, Sezai Karakoç’un şiirlerini kendi ana dilinizde okuma şansına sahip olmanızdır. Burada andığımız, anamadığımız bütün büyüklerimize, bizi Sezai Karakoç ile tanıştıran, şiirle tanıştıran, Türkçe ile tanıştıran bütün büyüklerimize Allah’tan rahmet diliyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum.”