Bugün Değilse Ne Zaman?
Tüm dünyayı saran coronavirüs salgınından en fazla etkilenecek ülkelerin başında geliyor Türkiye… Çünkü, salgın öncesi zaten çok zor bir süreçten geçmekte olan biz, bu sürecin hasarlarını nasıl atlatacağımızı düşünürken, beklemediğimiz anda en ağırından bir darbe daha almış olduk. Ülke olarak mevcut imkanlarımızla, arka arkaya yaşadığımız ve dahasını yaşayacağımız tahribatları yan yana getirince, ortaya çıkacak sonucun hiç de iç açıcı olmadığı aşikar. Şu noktada geçmişe dönüp maruz kaldığımız duruma suçlu aramanın kimseye bir faydası yok. Ancak bu krizler silsilesinden gerçekçi bir çıkış yolu arıyorsak hepimiz hatalarımızla yüzleşmek, yaptıklarımız, yapmadıklarımız ve yapamadıklarımız konusunda bir iç muhasebe yapmak zorundayız. Yaşadıklarımızı yaşanmamış farz etmekle, hataları ve sorunları inkar etmekle, suçu başkalarının üzerine atmakla bir yere varamayız. Bir yere varmayı bırakın, böyle bir tavır, var olan sorunları daha da derinleştirmekten ve kronik hale getirmekten başka bir işe yaramaz. Bu işin şakaya gelir tarafı yok. Hepimiz aynı gemideysek ve gemi battığında hayat hepimiz için sona erecekse irademiz de, tavrımız da bir olmak zorunda.
Son 20 yılda gündelik yaşamın, hatta hayata dair ilgili ilgisiz her şeyin merkezine koyduğumuz siyasi bakış açısından artık sıyrılmak ve gerçeklere çıplak gözle bakmak zorundayız. Öyleyse önce kendimizden başlayalım ve itiraf edelim ki, biz millet olarak ülkeyi yönetenlerin ve yönetmeye talip olanların oyununa geldik. Siyaset dünyanın hiç bir ülkesinde olmadığı kadar hayatımıza sokuldu ve biz buna izin verdik. Hayatımızı yandaşlık ve karşıtlık üzerinden dizayn ettiler, böylece bizi biz yapan tüm değerlerimizi yitirdik. Birileri kendilerini ülkenin ve en hassas değerlerimizden biri olan dinin tek sahibi, kendileri gibi düşünmeyen herkesi de vatan haini ve din düşmanı ilan ettiler. Ve ne üzücüdür ki bu toplumsal vicdanda derin bir yara açacağı yerde neredeyse genel bir kabul gördü. Bu karşıtlıkla beslenen ve en hassas milli meselelerde bile derin toplumsal yarılmalara sebep olan siyasallaşmanın yakın vadede nasıl bir beka sorununa dönüşeceğini düşünmedi kimse. Siyasal parti ve liderlere itibar yükleme yarışı dünya ve ülke gerçeklerinden, hatta kendi realitesinden uzaklaştırdı insanlarımızı. Ayan beyan ortada olan her şeye rağmen akıl devreden çıktı; gözler kör, vicdanlar sağır hale geldi. Böylece ülkenin kaderini kendi kaderine bağlayanların esiri olduk. Sahibi olduğumuz ülkede siyasetçilerin kölesi haline geldik. Madem bu bir iç hesaplaşmadır. O zaman şunu da açıklıkla itiraf edelim. Bugün ne yaşıyorsak ve gelecekte ne yaşayacaksak suçun büyüğü bizde. Şuursuz bir partizanlık bütün benliğimizi ele geçirdi ve biz ne kaybettiğimizin ve kaybedeceğimizin hesabını yapmadan irademizi birilerinin emrine verdik. Onlar da bizi gayet güzel kullandı ve geldiğimiz yer işte burası. Kafanızı kaldırın ve bir bakın. Dürüstçe ve tarafsızca bir gözlem yapın. Bu sistemde kim kazandı, kim kaybetti? Bizi bu yola sokan, irademizi teslim alanların hali ne, bizimki ne? Hala her şeyi tozpembe gören ve halinden memnun olanlar için artık söyleyecek tek bir sözüm yok. Ama kendisi, ülkesi ve geleceği adına derin endişesi olanlar için söyleyeceğim şey şudur: Biz millet olarak yaptığımız hataları, kaybettiğimiz inanç, değer, kaynak ve zamanı telafi edecek ortak bir anlayış ve vizyonla kendimize yeni bir rota çizmeye mecburuz. Mevcut siyaset sistemine olan güvensizliğimiz de bizi bu yoldan asla çevirmemeli.
Siyasetçiler gelip geçicidir; aslolan devlettir, millettir. Ve bizi bu durumdan çıkaracak olan da tıpkı milli mücadelede olduğu gibi yine milletin kendi azim ve kararı olacaktır. Biz millet olarak silkinmedikçe, halimizi ve ahvalimizi akıl terazisinde tartmadıkça, bizi yönetenlerden ve yönetmeye talip olanlardan hesap sormadıkça, ne siyaset ne ülke, ne de siyasetçi profili asla düzelmez. Unutmayalım hamasetle devlet gemisi yürümez. Bizim gemi her yerinden su alıyor artık. Bakmayın siz dünyanın en lüks gemisinde yaşadığımızı söyleyenlere… İşin aslı şu ki, motorlar bozuldu, yelkenler yırtık, kürekler kırık, kürekçiler acemi. Havada fırtına var, tsunami ufukta, korsanlar etrafımızda dört dönüyor. En kısa zamanda delikleri tıkayıp, küreklere asılmak ve kendimizi en yakın limana atmak zorundayız. Bu derin çıkmazdan kurtuluşumuzun tek yolu budur.
Yani demem o ki, ya hiç bir şey yokmuş gibi davranmaya devam edip hızlıca batacağız, ya da aklımızı kullanıp önce gemimizi karaya ulaştıracağız, sonra da yeni bir gemi yapacağız. Bazılarımız içinde çırpındığı suyun derinliğinden ve yakın zamanda nefessiz kalacağından bi haber şekilde kaptan ve tayfasını pohpohlamak gibi bir fanteziye sahip olabilir; ancak aklı selimin fanteziyle kaybedecek zamanı yok.
Bu salgın ve yarattığı krizler vesilesiyle dünya ve Türkiye, tarihin en büyük kırılmalarından birini yaşayacak. Bütün dünyada olduğu gibi bizim de bugün can havliyle dönüp bakamadığımız pek çok sorun yarın çığ gibi üzerimize düşecek. Salgın öncesi gelişmiş dünyanın siyasal, ekonomik ve kültürel anlamda çok gerilerinde kalmış bir ülke olarak, üstelik bizi bu hale getiren sebepler hala ortadayken, yeni dünya düzenine nasıl uyum sağlayacağız? Bunun hesabını bugünden yapmak zorundayız. “Şimdi siyaset zamanı değil” gibi bir düşünce saçmalıktır, aymazlıktır. Üstelik bu mesele siyaset meselesi değildir. Geleceğin dünyasında varlık, yokluk meselesidir. Ve bu mesele sadece iktidarın meselesi de değildir. Hepimiz, herkes şapkasını önüne koyup düşünmek ve elini taşın altına sokmak zorundadır.
Unutmayın, bu salgın bize çok şey gösterdi aslında. Evet gösterdi; öğretti diyemiyorum maalesef. Çünkü bizim krizlerden ders çıkarmak gibi bir yeteneğimiz yok. Ne gösterdi bu kriz bize? Yakın vadede tükettiğimiz her şeye nasıl deliler gibi ihtiyacımız olduğunu gördük mesela. Hoyratça eğitim sistemimizden çıkardığımız akla ve bilime, ithalat bağımlısı bir hale getirdiğimiz ekonomik anlayış sayesinde son verdiğimiz üretime, yandaş müteaahhitleri zengin etmek adına har vurup harman savurduğumuz kaynaklara, devlet hafızasını ve tecrübesini sıfırlamak pahasına kafasını kopardığımız liyakat sahibi kadrolara, en azından basit kriz yönetme becerisine sahip bir iktidara ne kadar ihtiyacımız olduğunu gördük. Planlı bir çaba ile ne kadar dinamitlense de birlik, beraberlik, dayanışma ve yardımlaşma olgusunun ne kadar kıymetli olduğunu gördük. Peki bu bize bir şey öğretti mi, ders aldık mı? Hayır. Bugüne kadar gördüklerimiz sadece fragman. Şimdilerde pek üzerinde durmuyoruz ancak asıl film karamsarlık yaratmayın diyerek örttüğümüz sorunların üzerinden salgın perdesi kalktığında başlayacak. Bu sadece bizim için değil, bütün dünya için böyle. Devlet aklıyla hareket eden ülkeler bir yandan salgınla mücadele ederken diğer yandan ortaya koydukları projeksiyonlara uygun olarak yeni dünya düzeninde pozisyon almak için de harıl harıl çalışıyor. Her alanda yeni stratejiler ve hamleler üzerinde kafa yoruyorlar.
Peki biz ne yapıyoruz?
Recep Bey, Bay Kemal sıkışmışlığında bir siyasal anlayışla yeni dünyanın neresinde olacağız biz? Vatandaşın devletine güveninin bir kez daha sınandığı, siyasete ve siyasetçiye güvenin zaten sıfırlandığı, demokrasi ve özgürlüklerden giderek uzaklaşan ve kendisini modern dünyadan tecrit etmiş, tüm kaynaklarını tüketmiş bir ülke olarak neyi, nasıl başaracağız? Kindar ve nefret tabanlı, öğretilmiş bir kavganın tarafları haline gelen bu millet hangi mefkure etrafında bir daha bir araya gelebilecek? Bu tükenmişlik sendromundan nasıl çıkacağız biz? Hangi siyaset, hangi lider, hangi kadro, hangi kaynak, hangi vizyonla?
Peki, birilerinin dediği gibi yapalım; hep beraber susalım şimdi. Zamanı değil diyelim, konuşmayalım.
Ne zaman düşünelim, ne zaman konuşalım?
Unutmayın, sekerata düştüğünüzde artık yapabileceğiniz tek şey Kelime-i Şehadet getirmektir; çünkü sizin için ne yapacak ne bir şey, ne de zaman kalmıştır.