İstanbul Sözleşmesi
Kırk yıl önce sevdiklerimiz, yirmi yıl önce sevgililerimiz vardı. Oysa şimdilerde birlikte yaşadıklarımız var.
Konumuz günlerdir gerek siyasiler gerekse insanlarımız tarafından tartışılan ve tartışılmaya daha uzun yıllar devam edilecek olan İstanbul Sözleşmesi. Aslında İstanbul Sözleşmesi İsveç’te uygulanan sosyalist hayat tarzının bazı Avrupa ülkelerine ve Türkiye’ye ihracından başka bir şey değil…
Geriye dönüp bakılacak olursa, İsveç sosyalizmi bir dönem Bülent Ecevit tarafından, Türkiye’de uygulanmak istenmiş ancak savcıların ve polislerin Türk aile yapısının içine girerek karı- koca, baba- oğul, anne- kız meselelerine müdahil olmaları, geleneksel aile yapısının bozulabileceği endişesinden dolayı vazgeçilmişti Nihayet 11 Mayıs 2011’de imzalanan sözleşme 1 Ağustos 2014 yılında yürürlüğe girdi. Yürürlüğe girdiği 2014 yılında bu sözleşmenin içeriğini çok da bilen yoktu. Ta ki küçük aile tartışmaları ile birlikte, hukuk karşısında kadının yüzde yüz doğru söylediği, erkeğin yüzde yüz yalancı kabul edildiği, kadının öfkeyle kocasından şikayetçi olduğu ve erkeğin kendi evinden aylarca uzaklaştırma cezası ile cezalandırılmaya başlayana kadar…
Geleneksel aile yapısında karı koca kavgaları, aile büyüklerinin araya girmeleri ile birlikte çarçabuk tatlıya bağlanırken, devletin araya girmesi ve kocaya uzaklaştırma verdirilmesi çözüm yerine çözümsüzlük üretmekten, kocayı hanımına karşı nefret ettirmekten, cinayetlere varan çılgınlıklara itmekten başka bir işe yaramazken, Türk aile yapısı temelinden sarsıldı. Bir de kötü niyetli kadınlar peyda oluverdi. Bunların işi evlilik simsarlığıydı. Kötü niyetli kadın kafa-kola aldığı bir erkeği nikaha zorluyor, nikahlandıktan kısa bir süre sonra boşanma davası açıyor, daha ilk mahkemede erkeğin ömür boyu ödeyeceği yoksulluk nafakası (Ne İslam medeniyetinde ne de Avrupa hukukunda ömür boyu nafaka yok!) kadına bağlanıveriyordu.
Mahkeme tarafından, koca gelirinin üçte biri kadına icra yoluyla bağlanırken, hiç geliri olmayan erkeklerin askeri ücret miktarınca para kazandığı kabul ediliyor, üç ay ardı ardına nafakasını ödeyemeyen erkekler hapse mahkûm ediliyor, mahkeme sonunda ise maddi ve manevi tazminatı büyük ölçüde erkekler ödemek zorunda kalıyorlardı.
İstanbul Sözleşmesi’yle yaygınlaşan evden uzaklaştırma cezaları, yoksulluk nafakaları, maddi ve manevi tazminatlar, Türk toplumunun bütün kesimlerinde duyulması ile birlikte erkekler nikahlanmaktan uzaklaştırırken zorla nikahsız yaşamaya itildi. Erkeğini aşk derecesinde seven genç kadınların, erkeğin nikahlanmaktan uzak çekincelerine cilveli bakışlarıyla ikna edebildilerse de bu kez karşılarına, erkeğin evlilik sözleşmesi dayatması çıktı… Genç kadın anne ve babasına, sevdiği erkek için: “O bana güvenmiyor” diyemezdi. Ailesine değişik bahaneler üretip âşık olduğu adamı terk ederken, belki de uzun yıllar nikahlanamayacak belki de hayatını bekar olarak tamamlayacaktı… Anne ve babalara gelince, onlar el bebek gül bebek büyüttükleri kızlarını asla nikahsız birlikte yaşamalarına izin veremezlerdi. Onların istekleri aslında çok basitti torun sahibi olmak ve torunlarıyla hayatlarının son döneminin tadını çıkarmaktı.
İstanbul Sözleşmesi ile ortaya çıkan çarpıklık sadece bunlarda değil. Batı toplumlarında normal karşılanan ancak Türk geleneğinde cezası ölüm olan lezbiyen ve gey nikahlanmaları ayyuka çıktı. Hangi aile kızını lezbiyen, oğlunu gey görmek ister?!
Elbette hiçbir aile…
Nikahlanmak isteyen gençler; gözünüz aydın olsun. Batılı deniz eşkıya sürülerinin dayattıkları İstanbul Sözleşmesi tarih oldu. Ama karşınızda yüzyıllara meydan okuyan Türk töresi ve İslam ahlâkı var.