Şehrin Kalesi: Gönül
“Bir şehrin şekli, bir faninin kalbinden daha çabuk değişiyor.” (Charles Baudelaire)
Göçle başlar şehrin tarihi
takvimlerin hicretle başladığı gibi…
Şehirle başlar değişim, değişimin adıdır medeni…
Kalıptan kalbe, suretten sirete dönüşen şehr-i mazi Yazılıkaya, Yalçınkaya ve aktaşlara işlenen şehr-i ati Yunus Emre’nin, Nasreddin Hoca’nın, Battal Gazi’nin, Şucaeddin Veli’nin, Sühreverdi’nin ve daha erenlerin şehri…
İlahi yazgı bir şehri nelerle sîgaya çeker? Ne verir, ne alır?
Kral Midas’ın altın güllerine, Gordion düğümüne, Dorylaion’daki bozguna, Kuruluş’u muştulayan ilk hutbeye ve Kurtuluş meyvesi Cumhuriyet’in doğuşuna şahit olmuş; ihtilaller yaşamış, yürüyen ve yürütülmeyen “Devrim”ler görmüş bu şehirde kader, kalbe ve kaleye derinlemesine nüfuz eder. Şehrin kalesine, şehirlinin kalbine örülür kader. Kalp, gönlün kalesidir. Gönül de şehrin…
Kalp, kale ve kader… Bu üç kelimeden yola çıkarak Eskişehir, Risaletü’n Nushiyye ve Tatar Çölü ile ilgili bir yazı yazalım.
Şehrin kaderini, kalesini ve kalbini Yunus Emre’nin Risâletü’n Nushiyye yani Nasihatler Kitabı ve Dino Buzzati’nin “Kale” olarak kaleme aldığı daha sonrasında “Tatar Çölü” olarak yayımlanan kitabıyla anlatmaya çalışalım.
İtalyan yazar, genç bir teğmen olan Giovanni Drogo’nun ilk atandığı Bastiani Kalesi’ne gidişini, ilk zamanlar kalmak istemeyişini, daha sonra rutinlere ve ritüellere alışmasını ve devamlı şehir efsanesi olarak çölden gelecek düşmanla insanların korkutulmalarını anlatıyor. Kale sakinleri, kendilerini kalenin önemli olduğuna öyle bir kaptırmışlar ki dışarıya çıkmak ya da oradan ayrılmak akıllarının ucundan bile geçmiyor. Çölden gelecek düşmana karşı kazanacakları zaferle kendilerinin saygınlığının artacağına öylesine inanmışlar ki ayları, yılları bu belirsiz korku ve kurgu etrafında şekilleniyor.
Dışarıdan bir, içeriden bin gözüküyor kale. Kale sakinleri, korku ve alışkanlıktan kaleler dikiyorlar aslında. Bu kaleleri nasıl inşa etmişlerdir peki? Öncelikle sorgulamayı bırakıyorlar. Gayretsiz bekleyişten ve öğrenilmiş çaresizlikten kendilerine duvarlar örüyorlar. Hayatın sınırlarına kendileri de sınırlar ekliyorlar. Tatar Çölü’nden verimli düzlüklere gelelim şimdi. Eskişehir’de de böyle kaleler yok mu? Fotoğraflarda görünenden veya dillere pelesenk olan cümlelerden öteye gidilebiliyor mu? Korkmuyor mu insanlar başka şehirlerde yaşamaktan? Hayali düşmanlarla korkularını perçinlemiyorlar mı her geçen gün? Hoşgörünün, sevginin ve esenliğin neşvünema bulduğu bu şehir daha fazlasını hak etmiyor mu?
Eskişehir, buraya çeşitli sebeplerle gelenler için bir istasyondur evvela. Ankara’ya, İstanbul’a veya yurtdışına gidebilmek için ara bir durak. O kadar. Zamanla ayazına buzuna, çamuruna trafiğine alışılır hatta bunların hayatı güzelleştirdiğine inanılır. İster Pollyannacılık diyin, isterseniz Stockholm Sendromu… Bu rutinler öyle bir yerleşir ki insan başka yerde yaşayamayacağına inanır. Kalbini, aklını bir kaleye hapseder. Korkuları kaderi olur, kaderine mahkûm olur.
Bir çaresi yok mu dediğimizde bu toprakların ilimle irfanla yoğrulan sevgi ve hoşgörü iklimi Yunus Emre çıkıyor karşımıza. Gönül ülkesinin şehirlerinden, şehirlerin de kalelerinden bahsediyor. Kalelerin her birinin nefsin komutanları tarafından işgal edilmesinden söz açıyor. Hırs, açgözlülük, cimrilik ve kibir komutanlarının ve onlara bağlı askerlerin kaleleri nasıl ele geçirdiklerini, ne tuzaklar kurduklarını da ekliyor. Derdi ilan ediyor bir de devasını da gösteriyor. Aklın ordularıyla ancak onların üstesinden gelinebileceğini ifade ediyor. “Tamaha karşı kanaat, kibre karşı tevazu, cimriliğe karşı cömertlik, dedikodu ile iftiraya karşı doğruluk ve öfkeye karşı sabır askerleriyle karşılık verin” diye nasihat ediyor Yunus Emre Risâletü’n Nushiyye’de.
Şehrin kalesini de gönül kalesinden ayrı düşünmemek gerekir. Mademki kalbi faninin kalbinden ayrı değil, kalesi de gönül kalesinden ayrı düşünülemez. Şehir de hırs, bencillik, kıskançlık, dedikodu, iftira, öfke ve nefret askerlerince ele geçirilmiyor mu? Bunlara karşı en güzel savunma iyi huy ve güzel davranışlar değil mi? Bastian Kalesi’nden gönül ülkesinin kalelerine, Teğmen Giovanni Drogo’dan nefsin komutanlarına geldik. Belirsiz, gayretsiz ve şevksiz beklemenin insandan ve şehirden neler çaldığını anlatmaya çalıştık. Gönül kalemizi ve şehrimizin kalesini atalet ve cehaletten korumanın öneminden söz açtık. Geleceğe dair yersiz endişelerin, korkularımızdan inşa ettiğimiz asılsız düşmanların bizi bugünden de uzaklaştırdığını idrak ettik. Hem Eskişehirimiz’in hem de hemşerilerimizin bu mümbit toprakların birikimini bilgi, hoşgörü ve ümitle aydınlık yarınlara ulaştıracak sağlam kaleleri olsun, iyiliği ve güzelliği korusun, kötülüklerden ve korkulardan uzak tutsun!