Site Rengi

DOLAR 34,4759
EURO 36,1819
ALTIN 2.953,88
BIST 9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Eskişehir 18°C
Parçalı Bulutlu
Eskişehir
18°C
Parçalı Bulutlu
Cum 17°C
Cts 0°C
Paz 2°C
Pts 3°C

DEVA Kongresinin Ardından

31.12.2020
A+
A-

Ali Babacan liderliğindeki DEVA Partisi seçime girme yeterliliğini elde edebileceği şekilde 43 il ve yeterli sayıdaki ilçelerinde kongrelerini tamamladı ve 1. Olağan Büyük Kongresi’ni de gerçekleştirdi. “Herkes konuşacak, Türkiye kazanacak” sloganı ile gidilen kongreye teknik açıdan baktığımızda iyi kurgulanmış, iletişim ve algı tekniklerinin, teknolojinin iyi ve yerinde kullanıldığını, dinamik, yenilikçi, modern ve vizyoner bir görüntü vermek adına özel bir gayret sarf edildiğini ve bunda da başarı sağlandığını söylemek mümkün… Sosyal medya üzerinden gerçekleştirilen kongre yayının içeriği, yayına alınan parti yöneticilerinin seçimi ve verdikleri mesajlar, aralarda kullanılan filmler, Babacan’ın parti kuruluşundan bu yana topluma verdiği seçilmiş mesajlar, halkın içindeki lider görüntüleri, hatta genel başkan ve eşinin herkes gibi tahta sandalyede oturtulması şeklindeki ince detayların profesyonel bir aklın ürünü olduğu çok belli. Divan başkanlığına Ramiz Ongun’un seçilmesini de sadece yaşına hürmet diye değerlendirmek saflık olur herhalde. Basın mensubu olmamız hasebiyle yıllardır parti kongrelerini yakından takip eden biri olarak bu organizasyonların parti içi bir çalışma olmaktan öte toplum zihninde algı oluşturmanın en önemli yollarından biri olduğunu söyledim hep. Türk siyaset tarihinde bunu ilk keşfeden partinin Anavatan Partisi olduğunu ve AK Parti’nin de aynı çizgide devam ettiğini söylersem yanlış olmaz. Görünen o ki, Deva kadroları ve Babacan da bu gerçeğin farkında olarak bir kongre dizayn etmiş.

Kongreden aklımıza düşen diğer notlarla devam edelim.
Deva Partisi, kadın ve gençlerin bundan sonraki siyasal sürecin en belirleyici unsurları olacağı farkındalığı ve Türkiye’de en yüksek kadın ve genç kotasına sahip parti olmanın övüncüyle sürekli bu kesimlere oynadı. Kongrenin hemen başında röpörtaja alınan ilk genel başkan yardımcısı Elif Esen’in başörtülü olması, yaptıkları yurt gezilerinde herkesin Ali Babacan’a “kurtar bizi” -bir zamanlar milletin “kurtar bizi baba” diyerek rahmetli Demirel’e atfettikleri babacan tipolojiyi hatırlatırcasına- nidalarıyla sarıldıklarını anlatması tabii ki tesadüf değildi. Kongrenin neredeyse her anında bir yerlere göndermeler, zihni çağrışımlar yapıldı durdu.

Babacan’ın kürsüye geldiğinin daha birinci dakikasında 28 Şubat mağduriyeti ile söze başlayıp ağlamaklı olması (içinden geldiği geleneğin bu konudaki sabıkası nedeniyle belki) pek çoklarına samimi gelmedi. Evet gerçekten 28 Şubat süreci bu ülkenin tarihindeki en sıkıntılı süreçlerden biriydi. Ancak bu ülkenin yarınlarını kurmak için bir iddiaya sahipseniz, başörtü meselesini özünden uzaklaştırılıp siyasallaştırılmasının o sürecin yaratılmasındaki en kurgusal ve en temel sorun olduğunu da anlayabilmiş olmanız beklenir. Bu ülkenin belki en koyu Atatürkçülerinden biri olarak ben, bu kurgunun ve ülkenin başına öreceği çorapların farkında olduğum için başörtüsü konusundaki dayatmalara ve askerin o dönemki uygulamalarına hep karşı olmuş ve kendi çevremden tepkiler almıştım. Şimdi kimse kusura bakmasın; o dönemin askeri ve siyasi yönetimi bu süreçte ne kadar kusurlu ise, bu yaratılmış mağduriyetin kökenini ve olası sonuçlarını deşmek yerine bunu siyaset haline getiren ve buradan kendine güç devşiren bir anlayışı da kabullenmek mümkün değil. Siyaseti bir nebze okuma kabiliyeti olan sıradan biri bile, o gün o kurgu yaşanmamış olsaydı bu ülkede AK Parti gibi bir partinin varlığının söz konusu bile olamayacağını bilir. Bu açıdan bakıldığında 28 Şubat süreci sayın Babacan ve siyasete atıldığı AK Parti için bir mağduriyet değil, bir varlık sebebidir. 28 Şubat ile başlayan, 2001 ekonomik krizi ile ateşi harlanan ve nihayet 2002’de siyasal tasfiye ile sonuçlanan kurgusal bir sürecin yine kurgusal bir sonucudur AK Parti… Bütün bunları yok farz edip bugün hala mağduriyetler ve ezilmişlikler üzerinden siyaset yaparsanız en azından akl-ı selimler tarafından samimiyetiniz ve vizyonunuz sorgulanır.

Şunu hatırlatmakta fayda var: O günün şartlarında en az ODTÜ’den üç kez uzaklaştırma alan kardeşiniz kadar, hatta ondan daha fazla mağduriyetler yaşayan insanlarımız vardı ve hiçbirinin mağduriyeti siyasi değildi. Aksine hayati mağduriyetlerdi. O günlerde ülkenin türban meselesinden daha fazla ağlanacak mağduriyetleri vardı. İşte o günlerde kimsenin ağlamadığı, ağlamaya bugün bile değer görmediği o mağduriyetler yüzünden bugün bu haldeyiz. O nedenle sayın Babacan’ın bu söylem ve tavrına hiç bir şekilde katılmadığımı ve tasvip etmediği ifade edeyim.

Bir itirazım daha var Babacan’ın konuşmasına… ‘Ülkeyi 2001 krizinden kurtarmak için çok mücadele ettim’ dedi. Mücadelesine edecek bir lafım yok. Her türlü baskıya rağmen liyakatli kadrolarla çalışma noktasındaki direnişine de itirazım yok. Ancak konuyu yakından takip eden herkes bilir ki, uyguladığı ekonomik program her türlü siyasi bedeli kendinden öncekiler tarafından ödenmiş ve her şey göze alınarak 57. hükümet tarafından uygulamaya alınmış bir programdı. Bahçeli hiç gereği yokken ülkeyi seçime götürmemiş olsa zaten kısa vadede sonuçları alınmaya başlayacak olan bir programdı. Eğer bugünkü siyaset stratejinizi hak ve adalet üzerine kuruyorsanız, başkalarını eleştirme hakkınız kadar hakkını teslim etme sorumluluğunuzun olduğunu da bileceksiniz. Siyasi ahlak ve samimiyet en azından bu kadarını gerektirir.

Bu eleştirilerden sonra genel izlenimlere geçelim. Ali Babacan klasik bir siyasetçi değil. Şunu itiraf edeyim ki; bir siyasetçinin, özellikle bir liderin kürsüye çıktığında bağırmadan, hakaretler savurmadan, salyalar saçmadan da konuşabileceğini gösterdi. En heyecanlı konuşmayı yapabileceği kongre kürsüsünü gayet sakin, gayet anlaşılır bir dille ve efendice kullandı. En sert eleştirileri bile sakin bir üslupla ifade etti. Sükuneti ve konu hakimiyeti ile kürsüde bir siyasi liderden çok bir teknokrat vardı adeta. Aslına bakarsanız iktidara karşı söyledikleri yenilir yutulur cinsten değildi. Eleştirileri doğru, haklı ve yerindeydi. Neler dedi mesela? Kısa başlıklar halinde kendi ağzından bir bakalım.

Geçmişte ezilenler, iktidar gücünü ele geçirince ezmeye, zulmetmeye başladı.
Taraflı cumhurbaşkanı, akraba bakan el ele verdiler; bitirdiler ülkeyi. İki yılda 130 milyar doları harcadılar. Hazinenin borcu iki yılda tam ikiye katladı.

Beka beka dedikleri, bir kişinin şahsi bekasına dönmüş durumda.
Ülkeyi yönetenlerin kendisi bir güvenlik riski yaratıyor.
Hukukun üstünlüğü yerine bir insanın keyfi kararlarının üstünlüğüne biat ediliyor.
Belediyelere kayyum ata, şirketlere kayyum ata, derneklere kayyum ata. Türkiye kayyumlar ülkesine döndü. Utanmasalar şu siyasi partilere de kayyum atayalım da bitirelim şu muhalefeti kökten diyecekler!

Türkiye uluslararası politikada tarihinin en itibarsız dönemini yaşıyor. Türkiye’nin her yeri açıklarla dolu ama en büyük açık güven ve itibar açığı.
Evet bana kalırsa dönemin açık bir fotoğrafı bu. Söylenenlerin hepsi doğru, tespitler çok yerinde. Zaten bugün sisteme ve yürütücüsüne muhalif olan herkesin ortak lisanı da bu. Mesele teşhisin doğruluğu kadar tedavinin nasıl olacağı.

Babacan meselenin merkezine eşitlik, adalet ve özgürlükleri koyuyor; uluslararası arenada ülke ve idare olarak saygınlığın önemini vurguluyor. Bunlar sağlanmadan ülkede ne siyasal ne de ekonomik sorunların çözülemeyeceğini söylüyor ki bu da doğru. Bugün bu doğruları söylüyor olmak tabii ki, mensubu olduğu partinin daha ilk iktidar yıllarından başlayarak kendi ötekilerini yarattığı ve bugün oturduğu o kutsal! zemini tesis edecek tuğlaları döşediği dönemin günahlarına ortak olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Devletteki yandaş yapılanma ve devlet hafızasının çökertilmesi, kurumların itibar ve gücünün zayıflatılması, yandaş sermayenin güçlendirilmesi, hatta ihalelerde tekelleştirilmesi, temelsiz gerekçelerle ordunun tasfiyesi, örtülü niyetlerle yapılan anayasa değişiklikleri ile varılmak istenen sonuçlar, adalet ve hukuk sisteminin çökertilmesi gibi daha sayılarını fazlasıyla artırabileceğimiz pek çok uygulama birer birer hayata geçirilir iken ve tüm bunların ülkeye verdiği ve daha da vereceği zararlar gözle görülürken kendisinden bir itiraz yükseldiğini göremedik maalesef. Ezilenler ezmeye daha o günlerden başlamışlardı oysa. Biraz ses yükselten gazeteciler, ilim ve bilim adamları, iş insanları, askerler, diplomatlar, bürokratlar, hukukçular, sivil toplum yöneticileri, sanatçılar ve daha niceleri insafsızca aforoz ediliyor, hayat damarları kesiliyordu. Evet belki o günlerde ekonomi iyi yolda ilerliyordu ve bunları görmezden gelmek işin kolayıydı ama bu uygulamaların gün geçtikçe dozunun artacağı ve devlet yapısında yaratacağı çöküntü bakımından perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. O günlerde eğer fısıltı şeklinde olsun bir itiraz yükselmiş olsaydı bugün bu sözleri ellerimiz patlayıncaya kadar alkışlardık.

Ancak meselemiz Ali Babacan’ı yerden yere vurmak ya da başlattığı hareketi baltalamak değil. Nihayetinde bir yanlışın farkına varmak ve yanlıştan dönmek de bir erdemdir. Lakin bundan sonraki süreç Babacan için tam anlamıyla bir samimiyet testidir. Böyle de biline…

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.