Halkça Yazıyorum, Lisanım Bu Benim
Tramvay durağı…
Sabah sekiz…
Herkesin nefesi buğu buğu…
Gece karanlığı, gündüze soğuk bir selam verip çekilirken kimsede ‘çıt’ yok.
Bedenleri uyanıp, ruhları uyuyan insanlık…
Kesik kesik öksürenlerden başka ses yok.
Otobüsün, simsiyah asfaltı aydınlatan farları gece lambası gibi…
Bankta bir kişilik yer boşaldı.
Bilgisayarımı kucağıma alıp oturdum.
Beni tepeden tırnağa süzen orta yaşlı bir hanım yanıma oturdu.
Tanışıyormuşuz gibi silik bir tebessüm ettik.
Ama ses yok…
Sonra pat diye cümleler geldi.
“Siz” dedi. “Sizi tanıyorum,
Gazetecisiniz değil mi? Kitap da yazıyorsunuz”
“Evet gayret ediyorum” dedim.
“Sizin bir yazınız vardı. Vefat eden yaşlı ve yatalak bir teyze ile ilgili”
“Evet”
“Ben o yazıyı okuduktan sonra ertesi sabah soluğu annemde aldım. Bir buçuk yıldır bir gün bile bırakmadım. Ona yalnızken bir şey olmasından korktum. Evladı olduğu halde kimsesiz olmasından korktum. Oysa o yazıyı okumadan önce iki ay kadar gitmemiştim. Hep bir bahanem vardı. Habire geziyordum. Şimdi birlikte geziyoruz veya evde başbaşa çay keyfi yapıyoruz”
Sevindim. İşte kalemin konuştuğu ve muhatap aldığı yürekler…
Kimsenin anlamadığı, edebiyatın ağdalı, şerbetli, birden fazla anlamı olan cümlelerim yok benim. Halkça yazıyorum. İnsanca.. Lisanım bu benim.
Desem ki:
“Ey Fuzuli çıhsa can çıhman tarik-i işkdan
Reh-güzar-ı ehl-i ışk üzre kılun medfen bana”
Yüz kişiden belki bir kişi anlar.
Ama ben diyorum ki:
“Canım çıksa da aşk yolundan çıkmam, mezarımı aşıkların geçtiği yol üzerine yapın”
Yüz kişinin yüzü de anlıyor.
Elimiz kalem tutuyor diye yazıyoruz ve kalemi konuşturuyoruz diye kalemi yabancılaştırmayalım.
Toplumun hali, ahvali ortada…
Okurken yormayalım.
Anlasınlar ve yaşasınlar.